"herkesin hayreti kendine benziyordu, herkesin ağlaması kendine benziyordu. " ama ölüm, kimseye benzemiyordu. daha doğru ifadeyle ölümüne benzeyen kimse yoktur.
nefaset lokantası kitabına kardeşimin tavsiyesi ile başladım. yıllardır kitaplığımızda o kulağa tatlı gelen ismiyle bekliyordu. tatlı bir adı vardı ancak ilk cümlesi ile bir cenaze tasviri beni karşıladı. acaba? dedim. tüm bunlar bir düzmece miydi. günümüz clickbait oyunları filan. bu bakış açısıyla tam da önyargı denen şeyi yapıyordum.
bu yazı bir kitap tanıtımı olmayacak. ancak romanlarla insanlarımızın münasebetleri hep biricik olduğundan, kendi zihin birikimlerimi paylaşmadan edemezdim. umarım size de dokunur ve yaklaşık bir haftanızı bu romana ayırabilirsiniz. bir hafta diyorum çünkü hemencecik bitirmenizi tavsiye edemeyeceğim.
nefaset lokantası, konum itibariyle istanbul'da, tatlı mini bir mekân. müdavimleri ve dostlarının sık ziyaretleriyle muhabbetin ve sütlü nuriyenin baş tacı edildiği bir yer :) salih, kendi iç sesiyle, üsküdar'dan vapurla karşıya geçerken barışan, haydarpaşa dolaylarında ise itişen bir karakter. böyle söylemek biraz acımasız geldi göze/kulağa. ancak içindeki vehim, onu bir an bile yalnız bırakmıyor. iç sesiyle bir an bile ayrışmayan salih'e ne dense yakışırdı? belirsiz bir vaat ile namümkün bir telafi birleşmişler salih olmuş. hem bunu iç sesine demiş olamaz mıyım. yoksa bu da benim iç sesim mi?
romanda isimler en çok hoşuma gidenler oluyor. afitap hanım (bknz nefaset lokantası sahibesi) suphi bey, metin, ibrahim (baharatlardan acıyı, insanlardan kadını) ve nihan. nihan karakteri bana uzak bir karakter. yaşam arzusu ve dışa dönüklüğüyle epey yol katetmem gerektiğini yüzüme vuran bir kadın. sevilmesiyle arzuladığım, kendisine hiç soru sorulmamasıyla benzeştiğim bir kadın.
kitabın ana temalarından biri ölümdü bana kalırsa. hayretle ve memnuniyetle okuduğum satırları buraya yazmasam olmaz.
her şey zehirlendi işte. hiçbir şey akmıyor. kıyamet bile tam kopamıyor. ya da belki kıyamet aslında böyle bir şeydir. bir seferlik, devasa ve kimseyi kayırmayan bir felaket değil de gündelik hayatın içinde devam eden, garip, minik düzensizlikler olarak çalışan, her gün yeni bir yere sinip orayı halleden bir şeydir.
şu yazı geçirirken favori mevsimimin değiştiğini çokça söylemişimdir. buna bir eşlikçi daha bulunca alıntılamadan edemedim:
yaz budur. gündüzlerin ve giderek ağdalaşan öğleden sonralarının mevsimi; zamanın sinek vızıltıları eşliğinde ağızda ekşi bir tatla yitirildiği mevsim. can sıkıntısının billurlaştırılmış hali. yaz budur.
onca olay örgüsünün içinde bazen böyle detaylar yakalayabiliyor insanı. bir de şunu düşündürüyor: sofralar. güzel sofraların etrafında güzel insanların ve güzel muhabbetlerin olduğunu düşünüyoruz. lezzetin ve birleşmişliğin getirilerinden bu yanılgı. elbette böyle sofralar kurulur, yenilir içilir ve istifade edilir. burada bu yanılgıyı görmek düşündürüyor sadece. insanların güzel olmadığı ifadesi de yanlış tabi. ama kendini güzel görmeyen birinin güzel oluşu hakkında konuşmak avuntulu bir çabaya dönüşüyor çoğu zaman.
tuğba doğan sevenlerine selamı çakıyor, okumaya niyetlenenlere keyifli okumalar diliyorum.
derinleşen her şey dikkat gerektirir. dostların seni yarı yolda bırakabilir. sütün içinde süt, suyun içinde su ve senin içinde sen varsın. her şey kendi armağanıyla geliyor, dolaşıyor, bakışıyor, gidiyor.
belki her şey seninle ilgili değildir.
Comments