kendi gölgesinin üstünden atlayamayanlar


merhaba. musa'nın uykusu yirmi sekiz eylül, serin bir istanbul akşamında, bir parkta sona erdi. içtenlikle söyleyebilirim ki bitmesini istedim. ben okudukça, ben gözlerimden değen partikülleri sayfalara eriştirdikçe zeliha'nın ıstırabı sürdü. ayrılmak nedir bilmeyen musa ise hep bir odada, zeliha'nın omzundan öteye, sanki açıkça zuhur edilmeyen bir şeyleri görüyormuş gibi bakmaya devam etti. musa, bu akşam serin bir eylül akşamında benimle bir parkta vedalaştı. son uykusuna daldı. musa suya bırakılandır.

kitap hakkında fazla bir şey söylemeyeceğim. zira burada anlatmak istediğim bir şey değil, herkesin kendinden bulmasını umduğum bir durum söz konusu. zeliha'nın kardeşi musa. musa geç kalıyor. ayrılmak nedir bilmiyor. yahut geciktiriliyor. bir sonraki hayatında var olmak için zeliha tarafından durmadan her gün ölüm tuzaklarına zamir oluyor. zeliha yürümeye çalıştıkça, otuz küsür yaşına geldim naraları atmaya devam ettikçe, bir ayağının musa tarafından yendiği gerçeğiyle yüzleşiyor. hayatın türlü acayiplikleri var oldukça, bunlar devam ettiği müddetçe zeliha'yı çepeçevre sarıyor ve onun varlığının da bu acayipliklerden öte gitmediğini söylüyordu. 

insan kendi gölgesinin üstünden atlayamaz. bunu öğrendiği andan beri annesinin günlerinde şahit olduğu mutfakları, temiz kadınları, tertemiz başörtülerini, ekoseli eteklerini, okulda musa'yı aşağılayan akran çocukları, mısır çarşısı'ndan alınmış bitki çaylarını ve yayınevinin omurgasız çalışanını anımsıyordu.

sen tam teşekküllü bir hayat acemisisin. hayatın ustası olunabilir miydi ki? provası kendisine denk şeyin ustası nasıl olunur? zeliha'nın çok iddialı naif inançları ve bazen keskinlikte onları da aşan ifadeleri vardı.

 bu kavgada galata köprüsünü aşıp şöyle bir baktığı anlara da değinmeden edemedim: tanrı'nın gerçekten bir edebiyatçı gibi çalıştığı yerler vardı. hakikatte bazı doğa olayları ve insana atfedilmiş özellikler, yapıcı bir biçimde çalışıyordu. zeliha bunları görmeyi reddetmedi. yalnızca musa'nın varlığından yola çıkıp nereye varacağını bildiğinden, yapayalnız bıraktı onu. burada musa'ya sormadım. ama elbette o yapayalnız olmaya da geç kalmıştır. zeliha, musa'yla  kalabilmenin; ateşin suyu, havayı ve her şeyi yakabileceği gerçeğiyle yüzleşmek olduğunu bildiğinden, kitabın sonlarına gelmeden bu yapayalnızlığı çözebilmiş değildim. 

kişisel olanı ifade etmenin hep bir yolunu aradı da bulamadı sanki. sanki hep yürüdü de bir karış dahi yol alamadı zeliha. musa yattı, doğrulamadı, elini bazen işaret etti bir noktaya ama hep bir yerlere varıyor gibiydi. yayınevinin bir meyhane buluşmasında dergi fikrini ortaya atan zeliha'ydı. dergide yazmak, musa'yı yazmaya dönüştü. burada kurgulanan meryem karakteri, musa'nın da tasviriydi. her gün rüyalarından birer hikaye çıkıyor, bunları eviriyordu. nihayet yeteri kadar erenlerin, bilgiye erişenlerin az rüya göreceği ve hatta bunun son bulacağını öğrendi. meryem, artık rüya görmek için uyuyordu. musa ise elbette hakikatin ve bilginin derinliklerinde rüyaya ihtiyaç bulunmadığını biliyor olmalıydı. çünkü, orada Allah o kadar var ki hiç din yok. orada o kadar güç var ki hiç iktidar yok. orada o kadar zevk var ki hiç ten yok. orada o kadar bilgi var ki hiç kitap yok. orada o kadar rüya var ki hiç bilinç yok.

işte böyle. kendimden, kendimden öte ben olmayan ne varsa buldum burada. işi musa'ya getirip onu daha fazla gocundurmaya da hiç gerek yok. keyifli okumalar dilerim. tuğba doğan'a yeni romanı için ısrarlarımı sunarım. esenlikle kalın.

her şey 'alışılmışın dışında' sarihti ve anlaşılırdı. sadece sen bu kadar basit olmasına katlanamadın.

 


Comments

Popular Posts